Sayfalar

30 Haziran 2016 Perşembe

havaalanı

bugün sana havaalanını anlatayım istiyorum bilogcan..


ben eskiden havaalanında çalışıyordum. dış hatlar gidişte.


zevklidir havaalanında çalışmak. hele bir de yaptığın işi seviyorsan tadından yenmez. ekip olarak çalışırsın. vardiyaların vardır. her vardiyada aynı insanları görürsün. temizlikçisinden, müdürüne, güvenliğinden aşçısına kadar aynı insanlar, farklı şirketlerde de olsa seninle aynı vardiyayı dönerler. işe her gidişinde onlarca insanla selamlaşırsın yani. arkadaşlık da bir başkadır orada. neticede ailenden çok ekip arkadaşlarını, evinden çok havaalanını görürsün. hani bir laf vardır ya "birbirinin hayatına dokunmak" diye, orada ne dokunması, bodoslama dalarsınız birbirinizin hayatına. nikahın olacaktır mesela, tek tek davetiye dağıtılmaz, ofise panoya asılır davetiye, herkes içindir o davet, senin ekibinden olsun olmasın herkes içindir, herkes davetlidir. ailen olur oradaki insanlar, en yakınların...


vardiya başlangıç, bitişleri çok şenlikli olur. eğer vardiyan bitiyorsa sabırsızlanırsın, bir an önce devir alsınlar istersin seni. bir de başka ekiplerdeki arkadaşlarını görürsün o zamanlarda, iki çift laf edersin, günün özetini geçersin. vardiyan yeni başlıyorsa, hem "yine geldik başlıyoruz" diye serzenirsin, hem de heyecanla görev yerine koşarsın. devralırsın arkadaşlarını...


bir sürü insanla etkileşime geçersin gün içinde. bir sürü...yüzlerce...farklı yerlerden, milletlerden, kültürlerden dünyanın dört bir yanına seyahat eden bir sürü insan... bazıları seni neşelendirir, bazılarıysa öyle sinir eder ki tüm gün kalır o sinir üzerinde..artık her milletin insanının neye ne tepki vereceğini çözmeye başlarsın. mesela hintliler, bütün yolculuk hikayelerini sana anlatırlar en sonda da valizim nerde diye sorarlar, bunun geyiği bitmez iş arkadaşlarınla aranda.


iş arkadaşların çok önemlidir alanda. her anın onlarla geçiyor. beraber iki arada bir derede sigaraya kaçarsın, on dakikalık yemek molana koşarsın birlikte. servise koşarsın. hep bir koşturma...koşup durursun, uçağa koş, yemeğe koş, servise koş, takviyeye koş, bilmem kim yolcuyla tartışıyormuş, yardıma koş...koş..


mesai biter..ohh..seni devralan sana "iyi istirahatler" diler. çıkana kadar gördüğün herkes "iyi istirahatler" diler, sen de "kolay gelsin" dersin..


salı gecesi o arkadaşlarım çıkıyor muydu, yeni mi gelmişlerdi işe bilemiyorum. ama onlara o gece hiç "kolay gelmedi"...


iyi istirahatler arkadaşlarım, huzurlu istirahatler..

16 Haziran 2016 Perşembe

evlat

arin iki gündür ateşli. boğaz enfeksiyonu geçiriyor. ama neşesi, keyfi yerinde çok şükür...


o nedenle iki gündür kreşe gitmiyor.


bu sabah biz çıkarken uyuyordu. çıkmadan kocaman kocaman öptüm uyanmadı, istifini bile bozmadı :) sonra aklıma düştü, aras'a sordum "herkes çocuğunu bu kadar çok seviyorsa neden insanlar bu kadar rahat birbirlerini öldürüyorlar?"


aras "demek ki herkes bu kadar çok sevmiyor belki de?!" dedi..


gerçekten böyle bir şey mümkün olabilir mi? evladı daha az sevmek? evlat sevgisi ucu bucağı, tanımı, sınırı olmayan bir sevgi değil mi?


dünyadaki tüm cinayetler, savaşlar, kötülükler evlat sevgisiyle açıklanabilir mi bilmiyorum...belki insanoğlunun bencilliği en büyük sebep. herkes evladını aklını kaybedecek kadar çok seviyor ama herkes aynı şekilde bencil de aynı zamanda. bilmiyorum, bilemiyorum...


sonra fark ettim ki bugün berkin'in vurulduğu günmüş. annesinin içinin yanmaya başladığı günmüş. onu vuran, emri verenin de evladı var ve ben hiç sanmıyorum evlatlarını sevmediklerini. aynı benim gibi içleri titriyordur evlatlarına...ama benciller, çok benciller. ben başka türlü açıklayamıyorum kendime bu durumu...


karşımızdaki küçücük bir çocuk da olsa, kocaman bir insan da olsa ne farkeder, o da bir annenin evladı, kuzusu...bunu unutmamak bizi iyi bir insan yapacak.


Allah herkesin evladını korusun, herkesin yüzünü evlatlarından güldürsün.

14 Haziran 2016 Salı

sistem

hamileyken hamilelik zor geliyordu. doğum yaklaştıkça doğum zor olur mu olmaz mı düşünceleri vardı. doğdu, emzirme zor geldi, uykumun bölünmesi zor geldi, bu kadar küçük bir varlığın bana bu kadar muhtaç olması zor geldi...daha unuttuğum ve zor gelen bir sürü şey olmuştur, eminim.


şimdi düşününce aslında en kolay zamanlarmış. büyüdükçe zorlaşıyor ama zorlaşan çocuk değil, şartlar, içinde büyümek zorunda olduğu toplum, ayak uydurmak zorunda kaldığı sistem...ohooo yani, çocuk haricindeki herşey daha da zorlaşıyor.




önceden, yani anne olmadan önce, çocuk yetiştirmeye başlamadan önce, herşeyi dışardan gördüğüm zamanlar çocuk bakımının maddiyatla fena halde ilişkili olduğunu düşünürdüm. yani paran varsa ohoooo bir sürü çocuk bakabilirsin derdim. pek de öyle değilmiş işin aslı..


yani evet, bezdi, mamaydı, okul masraflarıydı, ihtiyaçlarıydı, oyuncaklarıydı, yemesiydi, içmesiydi bunlar hep para.




ama para herşeye çare olmuyor çocuk yetiştirirken.




göz ardı etmemiz gereken bir canavar var: sistem.




sistem paran olsun olmasın çocuğunu istediğin gibi yetiştirmene müsade etmiyor.


sistem diyor ki, herşey ateş pahası, hele okullar, kurslar, çocuğunun sosyalleşmesi için gereken herşey ateş pahası ve sen buna eve giren tek bir maddi kaynakla yetişemezsin, sen de çalış diyor.


çalışıyorsun, geleceği için, okul taksidi için, kendin için.




sonra bir bakıyorsun sistem önüne iki seçenek koyuyor: ya çocuğunu sekiz saat bir binanın içine hapsedeceksin ya da yarım gün gidebileceği daha uygun fiyatlı devletin açtığı kurumlara vereceksin.


ama aynı sistem bu arada sana diyor ki, minimum sekiz saat çalışacaksın ve istanbul gibi bir şehide git gel üç saat yol yapacaksın, toplamda hayatının 11 -12 saatini bana satacaksın.




al işte çocuk ortada kaldı! şimdi para bunun neresinde duruyor?! ben para vererek çocuğumla benim aramızda kalan 3 -4 saatlik açığı satın alabiliyor muyum? hayır!




çok uzun, çetrefilli bir konu aslında bu. tartışmanın faydası var mı ondan bile emin değilim?!


bu boktan sistemi döndürenlerin en tepesindeki en az üç çocuk diyor. hiç çocuklu kadını yarım sayıyor. halbuki bak tek çocukla ne kadar "tamam"ız bu sistemde! yersen....